İstanbul Sokaklarında Sinema Rüzgârı: 44. İstanbul Film Festivali'nden Notlar

İstanbul Sokaklarında Sinema Rüzgârı: 44. İstanbul Film Festivali'nden Notlar


İstanbul, nisan ayının serinliğinde sinemanın sıcaklığına teslim olmuş durumda. Bu yıl 44. kez düzenlenen İstanbul Film Festivali, on gün boyunca kentin sokaklarını, salonlarını ve zihinlerimizi dünya hikâyeleriyle dolduruyor. Ben de bu sinema şenliğinde izlediklerim arasından öne çıkan dört filmi ve bıraktıkları izleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

François Ozon’dan Sakin Bir Çığlık: "Tout s’est bien passé"
Festivalin en derin iz bırakan yapımlarından biri, François Ozon’un son filmi oldu. Genellikle alaycı tonu ve kamp estetiğiyle tanınan Ozon, bu kez şaşırtıcı bir sadelikle karşımıza çıkıyor. Filmin merkezinde, Fransa’nın kırsalında sade bir yaşam süren Michelle var. Hélène Vincent’ın ince dokunuşlarla canlandırdığı karakter, geçmişiyle barışamayan kızı ve torununa duyduğu özlem arasında sıkışıp kalmış bir büyükanne.

Hikâye, Michelle’in yakın arkadaşı Marie-Claude’un (Josiane Balasko) eski hükümlü oğlu Vincent’la geliştirdiği dostluk üzerinden ilerliyor. Bu ilişkiler ağı, anne olmanın sınırlarını, toplumun affetme biçimlerini ve ikinci şans kavramını zarif bir biçimde sorguluyor. Ozon’un didaktizme kaçmadan anlattığı bu öykü, küçük kırılmalarla örülü büyük bir iç hesaplaşmayı perdeye taşıyor.

Bir Penguenin Ardından Gelen Umut: "Penguen Dersleri"
Peter Cattaneo’nun yönettiği Penguen Dersleri, 1970’ler Arjantin’ine, darbe gölgesindeki bir yatılı okula konuk ediyor bizleri. İngilizce öğretmeni olarak Arjantin’e gelen Tom Michell, askeri baskının karanlığı içinde, petrol sızıntısından kurtardığı bir penguenle sıra dışı bir dostluk kurar. Film, politik baskının yoğun olduğu günlerde, hayvanlarla ve öğrencilerle kurulan küçük bağların nasıl birer direniş alanına dönüşebileceğini gösteriyor.

Darbe yıllarının gölgesinde büyüyen çocukların hikâyesi, bize Türkiye'nin kendi yaralı hafızasından da izler taşıyor. Arjantin’de 1976-1983 yılları arasında hüküm süren askeri rejim döneminde kaybolan binlerce insanın akıbetini öğrenmek isteyen anneler ve yakınları tarafından oluşturulan Plaza de Mayo Anneleri, yıllardır meydanlarda adalet arayışını sürdürüyor. Tıpkı Türkiye’de 1990’lı yıllarda gözaltında kaybolan evlatlarını aramak için Galatasaray Meydanı’nda bir araya gelen Cumartesi Anneleri gibi, onlar da kaybettikleri çocuklarının izini sürmekten asla vazgeçmediler. Şehirdeyken Michell, Sofia’nın aktivist kimliği nedeniyle Arjantinli yetkililer tarafından kaçırılmasına tanık olur. Ancak, kendisinin de gözaltına alınacağı korkusuyla sessiz kalır. Bu olayın yarattığı suçluluk duygusu, onu Plaza de Mayo Anneleri'ne katılan ve torununun yasını tutan Maria ile güçlü bir bağ kurmaya yönlendirir. Jeff Pope’un, Tom Michell’in anılarından uyarladığı filmde Steve Coogan, Michell’i, Jonathan Pryce ise okul müdürünü canlandırıyor.

Sahnenin Ardında Bir Kadın: "The Last Showgirl"
Gia Coppola’nın yönettiği ve başrolünde Pamela Anderson’ın parladığı The Last Showgirl, Las Vegas ışıklarının gerisinde kalmış bir yıldızın, Shelley’nin öyküsünü anlatıyor. Yıllarca revülerde sahne almış, pırıltılar içinde bir ömür geçirmiş Shelley’nin dünyası, gösterinin kapanacağı haberiyle altüst olur. Film, gösterişli sahnelerin ardında sömürülen kadın emeğini, sistemin kadına biçtiği roller üzerinden incelikli bir şekilde sorguluyor. Shelley’nin nostaljiyle karışık hüznü, Las Vegas’ın parlak ama yalnızlaştırıcı dünyasında yankılanıyor. Pamela Anderson’ın sade ama güçlü performansı, bu dönüşüm hikâyesini duygusal ve etkileyici kılıyor.

Dag Johan Haugerud’un "Seks"
Dag Johan Haugerud’un Seks (Sex, 2024) filmi, Norveç sinemasının alışıldık sınırlarını zorlayan, cesur ama dingin bir anlatımla öne çıkan bir yapım. Film, adının ima ettiği gibi doğrudan cinselliği merkeze alıyor gibi görünse de, aslında çok daha derin bir meseleyi utanma, arzular ve iletişimsizlik üzerine kurulu insani hâllerine odaklanıyor.

Seks, bedensel yakınlığın ötesinde, insanlar arasındaki duygusal mesafeyi ve mahremiyetin kırılgan doğasını anlatıyor. Haugerud’un sakin, teatral anlatımı; karakterlerini büyük olaylar yerine küçük ama yankısı büyük anların içine yerleştiriyor. Diyaloglar çoğu zaman gergin bir doğallık taşıyor; insanlar konuşuyor ama birbirlerini gerçekten duyuyorlar mı, izleyici bunu sorguluyor.

Haugerud, cinselliği bir tema olarak değil, insan ilişkilerinin kaçınılmaz bir parçası olarak işliyor. Film, utançla dürüstlük arasında gidip gelen bir varoluş hâlini aktarıyor. Seyirciye gözlemci bir alan tanıyor; ne yargılıyor ne de yönlendiriyor. Seks” Dag Johan Haugerud’un Seks,Aaşk ve Hayelller üçlemesinin ilk filmi.

Google+ WhatsApp