İKİ GÜNLÜK FİLM ARASI

İKİ GÜNLÜK FİLM ARASI


İstanbul’da sıcaklık 40 dereceyi gösteriyor. Bugün evden çıkıp, MUBİ ve Sinematek iş birliğiyle düzenlenen 'Film Arası' etkinliğine gidiyoruz. Kadıköy’ün hareketli sokaklarından geçerken, sinema kültürünün yeni adresi Sinematek / Sinema Evi’ne ulaşıyoruz.

Kadıköy Belediyesi’nin 2021’de açtığı bu mekan, 158 kişilik salonu, kütüphanesi, sergi ve etkinlik alanlarıyla sinema mirasını yaşatıyor. Tarihi ve önemli filmleri gösteriyor, paneller, söyleşiler ve atölyelerle sinema sevgisini derinleştiriyor.

Sinematek fikri, 1936’da Henri Langlois’un kurduğu Fransız Sinematek’ten geliyor. Türkiye’de ise 1965’te Onat Kutlar, Hüseyin Baş ve Şakir Eczacıbaşı öncülüğünde Türk Sinematek Derneği kuruldu. Sinematek, sadece film gösterip Yeni Sinema dergisini çıkararak sinema bilincinin yayılmasına katkı sağladı. Ancak 12 Eylül Darbesi’nde kapatıldı.

Bugün Sinematek / Sinema Evi, o mirastan yola çıkarak Kadıköy Belediyesi ve Jak Şalom’un öncülüğünde tekrar hayat buldu. Dijital platformların arttığı, sinema salonlarının boşaldığı günlerde, burada sadece gerçek sinema tutkunları bir araya geliyor.

MUBİ Türkiye’nin desteklediği 'Film Arası' projesi, Sinematek Derneği’nin bağımsız, amatör ruhlu, kâr amacı gütmeyen ve toplumsal duyarlılığı ön planda tutan kültür vizyonunu yaşatıyor. Dün gerçekleşen gösterimlerde önce 2024 Venedik Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazanan Dea Kulumbegashvili’nin yazıp yönettiği April (Nisan) ardından Berlinale’de dikkat çeken Rebecca Lenkiewicz'in Hot Milk (Sıcak Süt) adlı filmini izledik.

Kırılgan Bedenler, Sessiz Tanıklar

Dea Kulumbegashvili’nin 2020’deki Beginning sonrası ortaya çıkan ikinci uzun metraj filmi April (Nisan), sessizlikle konuşan, hareketsizlikle büyüyen bir sancı filmi. Gürcistan kırsalında, yasakla izin arasında sıkışmış bir hayat süren kadın doğum doktoru Nina’nın gözünden, toplumsal baskının ve sistematik şiddetin nasıl görünmez kılındığını anlatıyor. Ancak April, yalnızca bir kürtaj meselesi değil; aynı zamanda varoluşsal bir boğulma, kadın bedeninin yalnızca biyolojik değil, politik bir zemin olduğunu söyleyen metaforik bir anlatı.

Nina, neredeyse hiç konuşmadan, yüzüyle ve bedeniyle bir toplumun ahlaki yükünü sırtlıyor. Onun karakteri, birey olmanın değil, tanık olmanın sembolü. Gördüğü şiddete karşı suskun kalması, bir teslimiyet değil, içsel bir direnişe dönüşüyor film boyunca. Ölü doğan bebek, bu kırılma noktasında hem biyolojik bir gerçeklik hem de metaforik bir simgeye dönüşüyor: Sistem tarafından doğmasına izin verilmeyen yeni bir olasılığın, sessizce yok oluşu.

Filmdeki genç kız karakter, çocuk yaşta hamile kalmış, istismar edilmiş ama aynı zamanda toplumun ilgisizliği içinde silinmiş bir varlık. Onun mutfak masasındaki kürtaj sahnesi, yalnızca tıbbi bir müdahale değil; izleyiciye etik, suç ve sessizlik üzerine yöneltilmiş bir tokat. Bu sahnede zaman uzar, mekan daralır, sesler ağırlaşır. Ve yönetmen izleyiciyi kaçamayacakları bir tanıklığa zorlar.

İzleyicinin göremediği ama varlığını sezdiği bir diğer karakter ise “yokluk”tur. Filmde sürekli eksik kalan şeyler – devlet, yasa, destek, adalet – adeta görünmeyen ama belirleyici bir varlık gibi dolaşır sahneler arasında. Her şeyi biçimlendiren ama hiçbir zaman ekranda görünmeyen bir güç: otorite.

Görüntü yönetmeni Arseni Khachaturan’un kamerası, bu anlatıyı daha da keskinleştirir. Boş çerçeveler, gecenin sessizliği ve sabit planlar; bu filmde zaman ilerlemez, ağırlaşır. Doğa bile bu hikâyede edilgendir; yeşillikler, sessizlik ve yağmur, tüm acının sessiz tanıklarıdır. April, ay olarak hem baharın gelişini hem de doğurganlığı çağrıştırırken, filmde doğumlar ya ölüdür ya da susturulmuş. Adeta bu topraklarda "bahar" yalnızca bir takvim yanılsamasıdır.

Kulumbegashvili, April ile bir anlatıdan çok bir durum yaratıyor. Bizi bir olay örgüsüne değil, bir ruh haline, bir iç mekâna, bir boşluğa yerleştiriyor. Ve o boşluğun içinde, izleyicinin üzerine çöken sorular yankılanıyor: Hangi hayatlar doğabilir? Hangi bedenler sahiplenilir? Sessizliği kim bozar?

Sonuç olarak April, yalnızca güçlü bir feminist anlatı değil; aynı zamanda sinemanın sessizliğini, sembollerle konuşan yapısını yeniden hatırlatan, zor ama gerekli bir deneyim. Bu filmi izlemek, bir eylem değil, bir yüzleşmedir. Ve bu yüzleşme, günümüz dünyasında en çok ihtiyaç duyduğumuz şeylerden biridir.

27 Temmuz Pazar (Bugün) ise

16:00 KÜÇÜK ANNE / PETITE MAMAN (Céline Sciamma, 2021)

19:30 GÜZEL BİR SABAH / ONE FINE MORNING (Mia Hansen-Løve, 2022)

Google+ WhatsApp