‘Geçmişin gelecekte tekrar etmemesi için…’
Lahey’de oluşturulan Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi geçen günlerde (22 Kasım 2017) ..
Lahey’de oluşturulan Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi geçen günlerde (22 Kasım 2017), eski Bosnalı Sırp komutan Ratko Mladiç’i soykırım, savaş suçu ve insanlığa karşı suç başta olmak üzere on ayrı suçtan ömür boyu hapisle cezalandırınca 1991-1995 arasında yaşanan Bosna Savaşı ile bu dönemin acı bir simgesine dönüşen Srebrenica Soykırımı yeniden hatırlandı.
Aslında coğrafyadakilerin ya da eski Yugoslavya’da savaştan kurtulanların aklından çıkan bir şey değil bu. İzleri hâlâ belirgin olan ve hafızalarda tazeliğini koruyan Bosna Savaşı ve Srebrenica Soykırımı, yirminci yüzyılda insanlığa karşı işlenen suçların başında geliyor.
Mladiç’in mahkûm edildiği yargılama öncesinde; 2014’te Lahey Temyiz Mahkemesi, Birleşmiş Milletler tarafından 1993’te “güvenli bölge” ilan edilen ve Hollanda’nın komuta ettiği Srebrenica’da, BM Barış Gücü askerlerine sığınan 300 Boşnak’ın ölümünden sorumlu tutulan (savaş sonrası ülkelerinde şeref madalyası ile ödüllendirilen) Hollandalı askerlere verilen cezayı onamıştı. Hâkim Gepke Dulek, bu kararla insanlığa karşı suçu resmiyete dökmüş oldu. Mladiç kararı ise Bosnalı Sırpların, hem savaşın genelinde işlenen suçları hem de Srebrenica Soykırımı’ndaki rolünü hükme bağladı.
Bu gelişmeler, eski Yugoslavya topraklarında yaşananları tüm dünyaya yeniden anımsattı. Aynı günlerde yayımlanan “Geçmişle Yüzleşme ve Ceza Adaleti: Yugoslavya Deneyimi” isimli kitabıyla Ozan Erözden de, hem ülkeyi parçalanmaya götüren süreci ve Bosna Savaşı’nı hem de bu dönemin ardından başlayan yargılamaları ve hukuk mücadelesini anlatıp yakın geçmişin kolay kolay iyileşmeyecek yaralarını inceliyor.
Yugoslavya’nın parçalanması ve savaşa giden yol
Dünya tarihinde, insanlığı etkileyen sonuçlar doğuran yerel çatışmalar ve iki topyekûn savaş yer alıyor. Bunlar içinde ilk gruba dâhil edilen ve gelişen iletişim teknolojisi sayesinde herkesin haberdar olup izlediği Bosna Savaşı, ayrı bir öneme sahip. Çünkü bu gelişme, “Avrupa’nın ortasında bir daha asla savaş çıkmaz” denen günlere rastladı ve insanlığın gözü önünde katliamlar gerçekleşti. Hukukun, vicdanın ve insan haklarının yok sayıldığı Bosna Savaşı, çatışmanın toplumsal dokuya nasıl zarar verdiğini gösteren, nedenleri ve sonuçlarıyla trajik bir örnek olarak kayda geçti.
Erözden, Yugoslavya deneyimini gerek Bosna Savaşı öncesi gerek sonrası olmak üzere iki koldan irdelerken bir kavram çiftini öne çıkarıyor: “Geçmişle yüzleşme” ve “demokrasiye geçiş süreci adaleti”: “Demokrasiye geçiş süreci adaleti, geçmiş dönemde yaratılan mağduriyetin giderilmesine vurgu yaparken geçmişle yüzleşme, oluşan mağduriyetin her yönüyle ortaya çıkarılması, alenileştirilmesi hedefine odaklanır.” İşte Yugoslavya, 1990’ların başında Avrupa’nın orta yerindeki savaşın merkezi olması bakımından dikkatle incelenmesi gereken bir örnek. Erözden de bunu hem tarihi ve siyasi hem de hukuki yönleriyle derinlemesine araştırmış.
Yazar, eski Yugoslavya’nın federe cumhuriyetler ve özerk bölgelerden oluşan siyasi yapısını, ileride parçalanmayı kolaylaştıracak ve Tito’nun 1980’deki ölümüyle güçlenen milliyetçiliklerin altyapısını, ülke insanını bir arada tutan sosyal ve kültürel bağların nasıl örselendiğini de anlatıyor kitabında.
Radovan Karadziç, Srebrenica Soykırımı'nda birinci derece sorumluluğu bulunduğu için suçlu bulunmuştu.
Geçmişle yüzleşme ve ceza adaleti bağlantısını, Yugoslavya deneyimi babında gündeme getiren Erözden; ülkenin siyasi dönüşümünden parçalanmasına, Bosna Savaşı ve sonrasında hakkında iddianame hazırlananların yargılanma sürecine dek geniş bir alanda kalem oynatıyor. Bu sayede, hemen hemen aynı dönemlerde parçalanan başka ülkelerde toplumsal travmaların neden katliama dönüşmedi sorusunu da yanıtlayabiliyor: O dönem Yugoslavya’dan ayrılıp bağımsızlığını ilan eden devletlerin yöneticilerinin, barışçıl değil de çatışmacı politik “çözüm” yolları arayarak Bosna Savaşı’nı yarattığını söylüyor en basitinden. Ardından gelen ceza yargılamalarının, nasıl geçmişle yüzleşme hâlini aldığını ve bunu, İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’da gerçekleşen hesaplaşmayla karşılaştırarak anlatmaya koyuluyor.
Erözden’in yaptığı şey, sonucu yani parçalanmayı ve Bosna Savaşı’nı tek bir nedene indirgemeden, Yugoslavya’nın kuruluşundan itibaren tarihsel süreci inceleyerek olaylar arasındaki bağlantıları bulmak. Birinci Dünya Savaşı’ndan başlayarak iki savaş arası dönemde ve İkinci Dünya Savaşı ertesinde, coğrafyadaki etnik durum ve bazen su yüzüne çıkan bazen de sumen altı edilen gerilimleri dikkate alarak ilerliyor yazar. Bu yolda ise tarih, siyaset, kültür ve hukuk öne çıkıyor. Dünya savaşları ve bölgede yaşanan her çatışma sonrası, suçlular ile suçların belirlenmesi ve âdil yargılamayı esas alan uygulamaların dökümü ise kitabın, geçmişle yüzleşme-ceza adaleti izleğinin mantıki rotasını oluşturuyor: “Yugoslavya’da, İkinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan kıyımlarla gereği gibi yüzleşilememesi, hayatını kaybedenlerin sayısından, nerede hangi kıyımın yaşandığına dek uzanan bitmek tükenmek bilmez tartışmaların ortaya çıkmasına yol açtı. Daha da ötesi, bu kıyımlar üzerinden üretilen, tüm bir etnik grubu kapsayan kolektif mağduriyet ve kolektif faillik temalarının geniş yankı bulmasına neden oldu ve bu temalar (…) 1990’larda Yugoslavya’da baş gösteren kanlı çatışmaların taraflarınca birer meşruiyet argümanı olarak kullanıldı.”
Açılan eski defterler
Yugoslavya neden parçalandı ve Bosna Savaşı neden çıktı? Erözden, bu sorulara verilen birkaç yanıtı gündeme getiriyor. Akla ilk gelen ve parçalanma için en çok kullanılan, özcü açıklamalar yani milliyetçilik; bir başka deyişle etnik kimlikler üzerinden, Yugoslavya topraklarında öteden beri girişilen kavgalar…
İkincisi, sosyo-ekonomik dengesizlik ya da eşitsizlikler. Üçüncüsü, 1974 Anayasası ile getirilen karmaşık federal yapı ve yerel birimlere tanınan yetkiler. Dördüncüsü, 1980’lerin sonundan itibaren, özellikle Sırbistan ve Hırvatistan’daki siyasi iktidarların, demokratik talepler dillendiren toplumsal hareketleri şiddete başvurarak bastırma yolunu seçmesi… Bunların hiçbiri, Yugoslavya’nın parçalanmasında ve Bosna Savaşı’nın patlak vermesinde tek başına etkili değil elbette. Sayılanların tamamı, hem coğrafyada çatışmaların kitleselleştirilmesinde hem de uluslararası ceza hukuku açısından suç sayılan fiillerin ortaya çıkışında önemli rol oynadı. Erözden, başta etnik gerilimler olmak üzere meselenin hukuki, siyasi ve kültürel incelemesine tarihi göz ardı etmeden girişiyor. Özellikle “Yugoslavya’nın birliği” bağlamında bazı etnik kimlikleri bastıran ya da üst düzey görevler almasını engelleyen ülke yöneticileri, bu kimlikleri sadece tanıyor. Erözden’in tarihsel bilgilere dayalı yorumu ise hâkim kimlikler dışında “ulus milliyetçiliği”nin, anti-komünizmle eşdeğer sayılmasına dair. 1980’den sonra Yugoslavya’da bu düşünce ağırlığını hissettirdikçe gerilimler de artıyor ve parçalanma yolunda ilk kriz, 1981’de ülkenin en fakir ve işsizlik oranı en yüksek bölgesi olan Kosova’da patlıyor. Erözden’in verdiği bilgiler; meselenin kültürel, ekonomik ve siyasi boyutunu gözler önüne sererken o dönem yönetimde yer alanlar, Kosova’daki hareketlenmeyi “karşı-devrim” diye niteliyor. Kosova’dan “mağduriyet” gerekçesiyle göç eden Sırp kökenliler, yakın gelecekteki çatışmaların taşlarını döşüyor âdeta. Bununla birlikte, 1986’dan itibaren yükselişe geçen ve kendisine taraftar toplayan Sırp milliyetçiliği de mevcut gidişata eklemleniyor.
Ratko Mladiç, Bosna Savaşı sırasında işlediği on ayı suçtan dolayı ömür boyu hapisle cezalandırıldı.
1990’daki çok partili seçimler ise deyim yerindeyse çatışmaya uygun zemini hazırlıyor. Demografik yapıdaki değişiklikler de bu süreçte etkili bir başka unsur. Seçim sonuçlarıyla birlikte, başta galip gelen Hırvatlar olmak üzere tüm etnik unsurlar kendi içinde “millî birlik” çatısı oluşturmaya koyuldukça çatışmanın yaklaştığı seziliyordu. Dahası, yakın geçmişin yüzleşilemeyen katliamları, sürgünleri ve anlaşmazlıkları yeniden hatırlatıldıkça ateş harlandı; açılan eski defterler, var olan ekonomik krizle ve demografik uyuşmazlıklarla birleşerek çatışma kıvılcımları çakılmaya başlandı.
Erözden’in hatırlattığı gibi 25 Haziran 1991’de, Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlık ilanını takiben yaşanan silahlı çatışmalar, savaşın işaret fişeği sayılmıştı. Aynı günlerde sınır kapılarının ele geçirilmeye çalışılması, paramiliter güçlerin çatışmalara doğrudan katılması ve etnik kimlik siyasetinin çarpık yapısı, eski Yugoslavya topraklarını “her şeyin serbest” sayıldığı orantısız bir savaşın içine sokacaktı kısa sürede.
‘Biz’ ve ‘Onlar’
Eski Yugoslavya topraklarının tamamına yayılan, zamanla şiddeti artan ve Bosna’da yoğunlaşan savaşın ardından sivillerin katledilmesi ve savaş suçlarına ilişkin kurulan uluslararası mahkemelerde yargılananlar, Erözden’in geçmişle yüzleşme başlığı altında değerlendirdiği konular. İnsanı yok etmeye girişenlerin insanlığının yargılandığı davaların başta gelen amaçlarından biri, 1991-1995 arası olup bitenlerin ardındaki gerçeği ortaya çıkarmaktı. Bu mahkemenin; Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (YCUM), Nürnberg’den sonra tarihte kurulan ikinci uluslararası ceza mahkemesi olduğunu hatırlatan Erözden, bir başka konuya daha dikkat çekiyor: “YCUM, Yugoslavya coğrafyasında uluslararası hukukta suç sayılan fiillerin sistematik olarak işlenmesinin önüne geçmenin ve sorumluların cezalandırılmasını sağlamanın yanında, barışın tesisi ve sürdürülmesine katkıda bulunmak amacıyla kuruldu.” Bu arayışa, çatışma öncesi ve sonrası başvurulan, suç işlemenin altyapısını oluşturan etnik kimliğe dayalı kolektif mağduriyet ile kolektif failliğin arkeolojisi de dâhildi.
Erözden’in vurguladığı gibi “Biz” ve “Onlar” ayrışmasını barındıran propaganda faaliyetleriyle ete kemiğe bürünen çatışmalar sırasında işlenen sistematik suçlar, uluslararası mahkemenin önüne geldi birkaç yılda.
Eski Hırvat general Slobodan Praljak, verilen cezayı duyunca zehir içerek intihar etti.
Uluslararası mahkemenin peyderpey verdiği kimi kararlar, ulusal ölçekte geçmişle yüzleşme pratikleri doğurdu. Kitapta buna dair birkaç örnek var, bir tanesi şöyle: Bosna-Hersek’in Sırbistan’a açtığı soykırım davasında 2007’deki bir hükümden sonra 2010’da Sırbistan parlamentosu, Srebrenica’da yaşananları kınadı ve “olayı” (resmî metinde “soykırım” ifadesi yer almıyordu ve bu nedenle Sırbistan epey eleştirilmişti) engelleyememesi nedeniyle mağdurlardan özür diledi.
Kolektif mağduriyet ve kolektif faillik
Ulusal boyuttaki geçmişle yüzleşme örneklerine Hırvatistan ve Bosna-Hersek’le devam eden Erözden, bunların beklentileri karşılamadığını çünkü savaşı bitiren Dayton Antlaşması’yla kurulan idari yapının buna fazla olanak sağlamadığını ve eski Yugoslavya’yı oluşturan ülkelerdeki bazı milliyetçi partilerin konuyla ilgili uzlaşmaya yanaşmadığını not ediyor.
İdeal bir geçmişle yüzleşme, daha önce hiçbir yerde yaşanmadığı gibi Bosna Savaşı’nın tarafları ve eski Yugoslavya için de geçerli değil. Erözden’in altını çizdiği gibi “geçmişin gelecekte tekrar etmemesi için gerekli olan” bu yüzleşme, suça bulaşan rejimleri görmeyi sağlar. Aynı zamanda, “Biz” ve “Onlar” ayrımıyla filizlenen “hain”, “öteki” ve “işbirlikçi” nitelemelerinin yaratacağı potansiyel tehlikeyi fark etmeyi olanaklı kılar.
Geçmişle yüzleşme, kolektif mağduriyetin ve failliğin yarattığı ceza sorumluluğu mirasının ve “meşru müdafaa” taleplerinin kaygan zemininin ayırdına varmayı kolaylaştırır. Erözden, bunun evrensel standartlara uygun işleyen bir ceza adaleti mekanizmasıyla bir arada düşünülmesi gerektiğini söylüyor.
İdesi, nesnel gerçeği belirlemek olan ceza yargılamaları, toplumsal hafızayı yine nesnel gerçekliğe göre yeniden şekillendirme işlevine sahip. Yazarın bu noktadaki belirlemesi de gözden uzak tutulmamalı: “[Yugoslavya’da], geçmişle gereği gibi yüzleşmemek daha sonraki bir aşamada çatışma ortamını hazırlayıcı bir etki doğurdu. Öte yandan, Yugoslavya’da 1990’larda başlayıp 2000’lerin başına kadar uzanan çatışmaya uluslararası toplumun müdahalesi, geçmişle yüzleşme perspektifine de atıf yapan bir şekilde, uluslararası ceza mahkemesi kurup işletmek oldu.” Fakat yargılama yoluyla geçmişle yüzleşme, yazarın anımsattığı üzere bölgenin siyasi aktörleri nedeniyle beklenen düzeye ulaşmadı.
Yeni kuşaklar ve çatışmaların tazeliğini koruduğu göz önüne alındığında, eski Yugoslavya coğrafyasında tam anlamıyla bir geçmişle yüzleşme için zamana ihtiyaç var. Önemli olan, 1980’lerin ortalarından itibaren bir ihtimal biçiminde karşımıza çıkan ve “Avrupa’nın ortasında bir daha savaş çıkmaz” diyenleri bozguna uğratırcasına soykırım yapılan bu bölgede benzeri şeylerin bir daha yaşanmaması için neler yapılması gerektiğini kavramak.
11 Eylül’den sonra İkiz Kuleler’in enkazı etrafında gezinen bir adam, “Tarihin gizem olmasına izin vermeyin” diyordu. Eski Yugoslavya’nın parçalanması ve Bosna Savaşı’nın ardından, yaşananların tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarılması için geçmişle yüzleşme kavramı babında Erözden’in kitabı hukuku, insan haklarını, kültürü ve tarihi kapsayan epey önemli sözler sarf ediyor. Bunun yanı sıra yazar, satır aralarında Yugoslavya deneyiminden çıkarılması gereken dersleri de sıralıyor.
Geçmişle Yüzleşme ve Ceza Adaleti: Yugoslavya Deneyimi, Ozan Erözden, Dost Kitabevi, 264 s.