Hilmi Yavuz: ‘İslami kesimin entelektüelleri yok, olması da zor’
Özellikle son 5 yıldır, İslami kesimi meşgul eden bir tartışma var: Kültürel iktidar meselesi.
Özellikle son 5 yıldır, İslami kesimi meşgul eden bir tartışma var: Kültürel iktidar meselesi. Bu mesele, kavramsal bağlarından çok, “Siyasal iktidar bizde, kültürel iktidar niye bizim değil?” temelinde şekilleniyor ve “AKP kendi aydınını yaratmalı” söyleminde ilerliyor. Tartışma da burada alevleniyor çünkü “Nasıl yaratacak? Yaratabilir mi?” sorularının yanıtında uzlaşılmış değil.
2012’de dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan, varsayılan “kültür iktidarına” yönelik, “Bu ülkede sanat sizin tekelinizde mi? Sanat konusunda söz söyleme ehliyetine sahip olan sadece sizler misiniz? Geçti o günler” demişti. O günler geçtiyse bugün varılan yer neresi?
Hasan Bülent Kahraman’ın ardı ardına yazıları, şimdinin Başbakanlık Başdanışmanı İskender Pala’nın yine 2012’de yayımlanan “Muhafazakâr Sanat Manifestosu” da arzulanan hedefi yakınlaştırmış görünmüyor.
Öte yandan tartışmanın meyveleri yok değil: Örneğin Türk Edebiyatı adlı derginin Behçet Necatigil’e sansür uygulaması. Hatırlayalım: Necatigil’in kızı yazar Ayşe Sarısayın’la dergi için yapılan mülâkat, Sarısayın’ın Barış İçin Akademisyenler’e destek verdiği bahanesiyle, hazırlanan dosyada yayımlanmadı. Sonrasında sansürü gerekçelendirme açıklamaları da yine kültür iktidarı konusuna gelip dayandı. Derginin yayın yönetmeni Bahtiyar Aslan, “benim yaptığım bir tavır koymadır” derken devamında baklayı ağzından çıkardı: “Hangi sol dergi bir sağcı şair için, hikâyeci için özel sayı hazırlamış? Sezai Karakoç için bu ülkede Türk solunun edebiyat dergilerinde bırakın özel sayı hazırlamayı kaç yazı yayımlanmıştır?”
Bu açıklamalara İslami kesimce sıkça tekrarlanan “Onlar ‘60’tan beri bize aynısını yapıyor, şimdi sıra bizde” söylemleri eklenince konuya derinlemesine bakmak kaçınılmaz oldu. Kiminle konuşmalı diye düşünürken aklıma Hilmi Yavuz geldi. AKP’nin kendi aydınını yaratabileceğini savunan Hilmi Yavuz’a sordum: Nedir bu kültürel iktidar meselesi? Daha önemlisi, AKP’nin kendi muhafazakâr sanatını yaratması mümkün mü?
Behçet Necatigil’e uygulanan sansürden başlayalım. Siz Necatigil’in öğrencisiydiniz. Nasıl değerlendiriyorsunuz olup biteni?
Bir derginin politik bir tavrı olabilir. Bu politik tavır sadece politik meselelerdebağlayıcıdır. Yaşanan olayın politik herhangi bir göndermesi, referansı yok. Bunu bir bahane olarak kullanıp Necatigil’in kızıyla yapılan bir röportajı basmamak bana saçma görünüyor. Anlamsız değil, saçma! Çünkü ortada ciddi bir mantık hatası var. Gramer hatası yok, gramer hatası olsaydı anlamsız derdim.
Dolayısıyla başka bir bağlamda irdelenmesi gereken bir meseleyi, sanki farklı bir bağlam değilmiş gibi bir başka meseleye taşımak bana son derece absürd, saçma görünüyor.
Ben işin önce mantığına bakarım; mantıklıysa o zaman o mantığın hukukla,politikayla ya da başka birtakım meselelerle uyumlu olup olmadığına bakarım. Ama mantıksızsa bunun etiği vs’si olmaz. Saçmanın etiği olmaz.
Sonrasında Rasim Özdenören de konuyla ilgili bir açıklama yaptı: “Solcular daima sağdaki yazarlara kör olduğu halde şimdi Türk Edebiyatı dergisinin yaptığı ‘Behçet Necatigil Özel Sayısı’ için bir kaşık suda kıyamet koparıyorlar” dedi. 60’lardan bu yana benzer bir “görmezden gelme”nin olduğu iddia ediliyor. Sizce bu tarihsel bir tespit mi?
İktidarı tek merkezli ya da merkezi bir şey olarak düşünmek fevkalade yanlış bir yaklaşım. Politik iktidar dediğimiz makro iktidarın dışında mikro iktidarlar vardır. Bunun en güzel örneklerinden biri de -bağlama yüzde yüz oturduğu için bu anekdotu anlatmam gerekiyor- ibrikçibaşı hikâyesi: Adam sıkışmış, caminin tuvaletine gidiyor, ibriği alıp tuvalete girecek. İbrikçibaşı, “sen bunu değil, şunu alacaksın” diyor, diğeri “peki” diyor, tartışmaya vakti yok. Çıkınca soruyor: “İbriklerin hepsi aynı, niçin onu değil de bunu dediniz?” Adam kasılarak “Biz burada bokyedi başı mıyız?” yanıtını veriyor. Bakın bu iktidardır.
Bu iktidarı -onların terminolojisini kullanırsak- “solcular bizi adam yerine koymadı, sağcılar biri göz ardı etti” türünden yaklaşımlarla değerlendirmek fevkalade yanlış; çünkü her ikisinin de her zaman kendilerine özgü mikro iktidarları olmuştur. Herkes kendi sınırları içinde iktidardır.
'Bir tek iktidar yok, iktidarlar var'
Tam bu noktada sormak isterim: Kültür iktidarı ifadesinin altını nasıl doldurmak gerek? Örneğin, fuarlara katılmak, daha çok göz önünde olmak, daha fazla kitap satmak mıdır mesele?
Her şeyden önce bize şunun öğretilmesi lazım; kavramlar tanımlanırlar, tarifleri yapılır. Dolayısıyla bir kavramın açık seçik biçimde tarifi, tanımı yapılmadığında, herkesin zihninde farklı bir anlama karşılık gelmesiyle, kavram kargaşası dediğimiz durum ortaya çıkar. Ülkemizde bunun örneklerine sıkça rastlıyoruz.
Onun için, biri bana böyle bir şey söylediğinde, kavramsal bir mesele konusunda tartışma başlattığında, önce bu kavramlar konusunun aydınlatılmasını isterim.
Siz bir parantez açtınız, çok güzel. Mesela TÜYAP Kitap Fuarı’nın onur konuğu olmak meselesi. Çünkü İskender Pala daha Zaman’dayken, bu konuyla ilgili bir yazı kaleme aldı. Yazı, açık bir biçimde, “niye beni seçmiyorsunuz” anlamına geliyordu. Şimdi mesele bu mudur? Yani mesela TÜYAP Kitap Fuarı’nın başlı başına makro bir kültürel iktidar oluşturduğunu ya da böyle bir kültürel iktidar inşa ettiğini söylememiz mümkün mü? Buna karşılık biri de kalkıp TDK diye bir kurum var, o da “solculara” ödül vermiyor diyebilir.
Aslına bakarsanız, kimin “sağcı” kimin “solcu” diye nitelendirildiği de belli değil. Tanpınar’ın çok güzel bir sözü vardır: “Sağcılar beni solcu, solcular beni sağcı sanıyordu” diyor. Cemil Meriç için de aynı şey söylenebilir.
Demek istediğim, her ikisi de mikro iktidardır. Elinde belli bir erki, iktidarı tutan -bu ibrikçibaşı da olabilir, TÜYAP’ın onur konuğunu seçen kurul da- mikro iktidardır.
İktidar bir şeyi ya yüceltir ya aşağılar ya da yok sayar. Değerlendiren, değersizleştiren ya da yok sayan her kurum, her kimlik iktidardır. Erk sahibidir. Cumhuriyet gazetesinin Kültür Servisi’nin başında Celal Üster varken Celal’dir iktidar olan. Onunla anlaşmazlığa düşen yayın yönetmeni varsa müdahale eder, odur iktidar. İktidar kaygan bir şeydir, bir zeminden diğerine kayabilir.
Dolayısıyla bu meseleyi “sağcıların iktidarı, solcuların iktidarı”, ya da birilerinin iktidarsızlığı gibi bir bağlamda ele almak yanlış. Bir tek iktidar yok, iktidarlar var. Mesele bu...
Öyleyse süren neyin kavgası? Özellikle son yıllarda bu konuda o kadar çok yazıldı ki...
Bunların hepsi bana sorarsanız abesle iştigal ediyorlar. Böyle bir sorun yok ortada. İslami kesim kendi aydınlarını yetiştirmeli, elbette. Ben de bunu söylüyorum. Ama İslamcılar kendi aydınlarını yetiştirmelinin altında, bunun bir içermesi olarak, yetiştirilen bu aydınlar iktidar olsunlar diye yetiştirilmeli gibi bir şey söylemiyorum.
Daha önce de bu konuda yazdığım için söylememde bir sakınca yok, İslami kesimin entelektüelleri yok. Ne yapıyorlar? Çok zayıf karakterli birtakım “entelektüelleri” transfer ediyorlar. Hasan Bülent Kahraman bana sorarsanız bunlardan biridir.
Onun cehaletini açık seçik ortaya koyduğum en az on yazı yazmışımdır. Yazmadığım şeyler hakkında konuşmam ben, Müslümanlar buna gıybet diyorlar, ben gıybet yapmam. Dolayısıyla Hasan Bülent gibi gerçekten zayıf karakterli, entelektüelliği kendinden menkul birtakım kişiler, kolaylıkla bir yere yanaşma olarak orada kendilerine bir iktidar vehmediyorlar. Neden? Köşesi oluyor, televizyonda programı olabiliyor. Oysa söylediklerinin hiçbir arka planı yok, derinliği yok. Örnekler de verebilirim ama konumuz Hasan Bülent değil.
'İslami medeniyet göz ardı edildi'
Parantez aça aça ilerlersek, İslami kesimin aydınları yok dediniz. Oysa 2012’de yazılmış bir “sanat manifestoları” var. Buna göre, muhafazakâr sanat nasıl olabilir ya da İslami kesimin neden aydınları yok?
Aslında bu çok önemli bir mesele. Şimdi Müslümanlar, İslam’ı iki bağlamda düşünmek durumundadırlar. Biri şeriat, biz buna akait diyoruz, yani dogmalar... Bir de İslam’ın ürettiği bir medeniyet vardır ve unutmayın bu estetik bir medeniyettir. Şiiri, musikisi, ebrusu, hat sanatı... Bütün bunlar İslam’ın estetik anlamını oluşturuyor. Tabii bunlar ilkin akaitten yola çıkıyor. Elbette İslam’ın kendisi, kitabı, sünneti olmasa böyle bir medeniyetin üretilmesi mümkün değil. Ama Müslümanlar,özellikle Türkiye’deki Müslümanlar çok uzun bir süre İslam’ı sadece şeriat ve akait olarak alımladılar ve onun dışında İslam’ın bir estetik ve ahlâki medeniyet inşa ettiğini göz ardı ettiler. Şimdi eğer böyle bir göz ardı etmişlik söz konusuysa, estetik alanda ya da ahlâki alanda entelektüel üretim olabilir mi? Dolayısıyla entelektüel denilince hep ilahiyatçılar anlaşılmış. Mesele bu. İşte bu nedenle İslami kesimden entelektüel çıkmıyor. Eskiden beri bu böyle.
Eskiden beri böyle olsa da AKP döneminde mesele alevlendi. Güçlü siyasi iktidarın getirisi...
İktidar ile AK Parti bu durumu fark etti. Fark ettiler çünkü kendilerinden olmayan biri tarafından ikaz edildiler. İyi mi yaptık kötü mü yaptık bilmiyorum.
Evet siz bu konuda yazdınız, AKP kendi aydınını yetiştirmeli dediniz.
Farkına vardılar. Bakın, laik kesimdeki insanlar şiirden söz ettikleri zaman Nâzım Hikmet’ten Behçet Necatigil’e, Cahit Sıtkı Tarancı’dan Asaf Halet Çelebi’ye, Metin Eloğlu’ndan Edip Cansever’e birçok adı sayabilirler. Bakıyorsunuz, İslamcı entelektüeller şairlerden söz ederken saydıkları ad 5’i geçmez. Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, İsmet Özel... Bir laf vardır, annem çok söylerdi; dön baba dönelim, hacılara gidelim... Bir küçük dairenin içinde dönüp duruyorlar.
Edebiyata, sanata baktığında müstehcenliği gören; daha doğrusu, müstehcenlik, cinsellik hayatın içinde hiç yokmuşçasına, onu sanatın-edebiyatın dışına itmek isteyen bir zihin nasıl sanatsal üretim yapabilir?
Doğru tabii, söylediklerinize bir itirazım yok. Ama biz bunları değil, kendi müktesebatını değerlendiren, kendi geçmişini, geleneğini değerlendirerek ondan yeni birtakım şeyler üretmeye çalışan entelektüel kimliklerden söz ediyoruz. Mesela Erol Akyavaş Taksim meydanında büyük bir enstalasyon düşünmüştü, saydam naylon plaklardan oluşan bir labirent ve bu labirentin ortasından bir lazer ışığı göğe doğru çıkıyor. Miraç! Anlatabiliyor muyum? Ama bu gerçekleşmedi, gerçekleşemedi.
Rönesans’ı düşünün. İtalyan ticaret oligarşisi eğer Leonardo’ları, Michelangelo’ları desteklemeseydi, onların özellikle İncil’deki öyküleri görselleştirmelerini istemeselerdi Rönesans diye bir şey olmazdı. Çünkü bu bir destek meselesidir. Türkiye’de öyle bir oligarşi varsa bile o oligarşi kendini sadece akait ve dogma ile sınırlandırıyor. Sonra birtakım yanlış fikirler var; tasvir yasağı, heykel yasağı gibi... Bunları aşabilecek olan burjuvalardır, Müslüman burjuvazi. Avrupa medeniyetini bugüne getiren, burjuvalardır.
'Cahilleri transferle kültürel iktidar olmaz'
AKP aydını konusunda kalırsak, tekrar sormak istiyorum, muhafazakâr sanat olabilir mi?
Açık söyleyeyim: İpe sapa gelmez, cahil, yeteneksiz, tafrafuruş adamları transfer etmekle olmaz. Futbolculu transfer edeceğim gol atacak diyorsun ama transfer ettiğin bu kimliklerle kültürel iktidarı sağlama imkânın yoktur.
Başka koşullar yaratılırsa AK Parti kendi aydınını yetiştirebilir. Ama bu üç kuşak, beş kuşak sürer. Batı’dan önemli bir entelektüel çıkıyorsa, bunun arkasında üç dört kuşağın birikimi vardır. Kant diyor ki benim dünyaya bakışımı Newton değiştirdi. Türkiye’de kime dayanacaksın? İki üç entelektüelleri var, fikir adamı, değerli insanlar. Mesela biri Cemil Meriç’tir.
Necip Fazıl’ı saymıyorsunuz... Biliyorsunuz, geçen Meclis’te yaşandığı gibi, onu saymayınca AKP’liler çok kızıyor.
Evet, Necip Fazıl’dır. Onun arkası yok. İslam, başından beri akait veya şeriat içinde ele alındığı için, onun dışında başka bağımsız bir estetik alan inşa etme kaygıları olmamış. Bu konuda uyarmış bir Yahya Kemal var. Adamı dikkate almamışlar. Neden? Yaş günü dolayısıyla sofra kurulmuş, önünde rakı bardağı var, adam rakı içiyor.
Sermet Sami Uysal - Allah rahmet eylesin- güzel bir şey söylüyor: Soruyor, efendim siz de Müslümansınız, Mehmet Akif de Müslüman, arada ne fark var, diye. Yahya Kemal, “Mehmet Akif İslam akaidinin şairidir, ben İslam şiirinin şairiyim” diyor. Bu çok önemlidir. İslamcılar Akif’in yolundan gittiler. Akif’e hiç itirazım yok. Ama sadece Akif değil, Yahya Kemal de var. Mesele bu. Ama Yahya Kemal’i devam ettirmediler, Yahya Kemal’i tekfir ettiler. Niçin? Rakı içiyor.
Toplumun her kesiminde bir kutuplaşma olduğu açık. Bu haliyle kültür dünyasını da etkisi altına almış durumda.
Öteden beri böyle bir anlayış var. Bizim yazarlarımız, sizin yazarlarınız. Bir de takas mantığı. “Siz onu bizden aldınız, biz onu sizden!” 1973’te benimle Selahattin Hilav arasında Tanpınar sağcı mı solcu mu tartışması olmuştu. O solcudur dedi, bilimsel dünya görüşüne yakındır filan. Ben de aksini söyledim, bu efsanedir diye yazdım.
Bir gün Harbiye’de Yapı Endüstri Merkezi’nde Demirtaş Ceyhun’un küçük kitabevi vardı, orada oturuyordum. Ece (Ayhan) geldi, pürhiddet. Sen ne yaptın dedi? Ne yaptım Ece?
Mustafa Kutlu, o sıralar Sabahattin Ali’yle ilgili kitap yazmış, Ali’nin muhafazakâr olduğunu ilan etmiş. Ece solcu ya; “Onlar bizden Sabahattin Ali’yi transfer ettiler, biz de sağcılardan Tanpınar’ı transfer etmiştik, sen pişmiş aşa su kattın,” demez mi!Mantık bu. Yalçın Küçük’ün o ünlü “alın Kemal Tahir’i, verip Peyami Safa’yı” sözü gibi... Mantık bu. Türkiye’de aklı başında diye düşündüğünüz okuryazarlar, “entelektüeller” meselelere böyle bakıyor, diğerleri ne yapsın. Türkiye’de düşünce üretiminin olmaması, meselelerin çok basit düzlemde ele alınmasından, analiz edilmemesinden kaynaklanıyor. Türkiye’de bu koşullarda düşünce üretiminin olmayacağı açık.
Öyleyse ilerisi için de kötümsersiniz.
Gayet kötümserim. Bencillik, iktidar hırsı, bir yerlere yamanarak “iktidar”da olabilme kaygısı bizim aydınımıza hâkim olduğu sürece hiçbir şey olmaz. Geriye kalanlar da bizim gibi itilip kakılırlar.
'2011'e kadar muhalif değildim'
Siz itiliyor musunuz?
Öyle tabii, çok açık. Benim yazdığım gazete kapanıyor. Benim çalıştığım üniversite beni emekli ediyor, bazı nedenlerden dolayı. Benim başka bir üniversitede işe başlamam söz konusu olduğunda o üniversiteye kayyım tayin edilmesi söz konusu oluyor. Hayat hakkı tanımıyorlar. Kolay değil. Menderes döneminde mesela, mesele tamamen kamusaldı. Sıkıyönetim komutanlığı üç ay, dört ay bir gazeteyi kapatıyordu. Ama gazeteye el koymuyordu. Dolayısıyla şimdi geçinme, yaşama imkânlarına el koyuluyor. Akademisyenlerin durumu ortada. Önüne geleni FETÖ terör örgütü üyesi diye yakalayıp götürüyorlar.
Cemil Meriç çok güzel söylemişti: “Düşüncelerin kuduz köpek gibi kovalandığı ülkede, düşünce üretememek...”
Peki, gelinen bu noktayla ilgili özeleştiriniz var mı? Çünkü siz de AKP’yi desteklediniz.
Referandumda yetmez ama evet meselesi var. Ben yetmez ama evet demedim, evet dedim, pişman da değilim. Üç gerekçem vardı.
İlki, Van Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın durumu... Ferhat Sarıkaya, Van’daki bir kitabevinin bombalanması dolayısıyla bir başçavuşu sorgulamaya kalktı, o zaman Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’tı, “Başçavuşu tanırım, iyi çocuktur” dedi. Ferhat Sarıkaya da dedi ki; “Madem tanıyorsunuz, tanık sıfatıyla gelin bu çavuş hakkındaki her şeyi anlatın”. Ne yapıldı biliyor musunuz? HSYK adamı görevden aldı ve meslekten men etti. Adamın avukatlık yapmasını engelledi. Bu benim vicdanımı örselemiştir.
İkincisi, Abdullah Gül’e gelinceye kadar Türkiye’de bütün cumhurbaşkanları Meclis’in yarı oyundan bir fazlası ile, 275 oy ile seçilmiştir. Sabih Kanadoğlu çıktı, oy oranı 3’te 2, yani 367 olacak dedi. Bunu Baykal, Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı, o zamanki Anayasa Mahkemesi 367 oy alması gerektiğine karar verdi. Bu da benim vicdanımı çok örselemiştir.
Üçüncüsü de TSK’nin konumu. Birtakım personel, şeriatçı diye, bütün özlük haklarından mahrum bırakılarak ordudan atıldı. Danıştay’a başvurup yürütmeyi durdurma kararı verilemeyecek şekilde.
Bu üç olay benim vicdanımı fena halde muazzep etti. Bugün aynı koşullar olsa yine “evet” oyu veririm. Bugün benim istediğim doğrultuda anayasa değişikliği olsa ona da evet derim. Dolayısıyla benim özeleştiri yapmama gerek yok. Pişman mıyım,hayır değilim.
Şimdi ben muhalifim ama 2011’e kadar muhalif değildim çocuğum. Neden olayım?