Filmekimi 17'nci kez sinema izleyicisi ile buluşuyor
İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından bu yıl 17'ncisi düzenlenecek olan Filmekimi'nde 10 günde 48 film gösterilecek. Festival, 5-14 Ekim'de İstanbul'da, 2-16 Ekim’de Ankara’da, 19-23 Ekim günlerinde İzmir'de sinemaseverlerle buluşacak.
Biletleri 29 Eylül Cumartesi gününden itibaren satışa çıkarılacak Filmekimi'nde, çok sayıda ödüllü yapımında bulunduğu 48 film şöyle:
Hirokazu Kore-eda’nın yeni filmi Arakçılar / Shoplifters, yönetmenin sevilen tarzını yansıtan dokunaklı bir aile dramı. Filmin kahramanları, ufacık bir evde yaşayan ve geçinmek için süpermarketlerden yiyecek çalan bir aile. Sokakta terk edilmiş küçük bir kızı kendilerince evlat edinen aile böylece büyüyor, ancak bu iyilik cezasız kalmıyor. 1997’den bu yana Altın Palmiye kazanan ilk Japon filmi olan Arakçılar, Cannes ana yarışması jüri başkanı Cate Blanchett tarafından, “oyuncuların performansları, yönetmenin vizyonuyla iç içe geçiyor” diyerek övülmüştü. 2013’te Filmekimi’nde gösterilen Like Father Like Son / Benim Babam, Benim Oğlum filmiyle aklına düşen “aile nedir?” sorusunu toplumsal bir açıdan ele alan Kore-eda hem tekniği hem de konusuyla Japon sinemasının efsane yönetmeni Ozu’yu anımsatıyor. Arakçılar, Japonya’nın Oscar adayı oldu.
Yeni Godard filmi İmgeler Ve Sözcükler
Filmekimi’nden açıklanan ilk film, efsane Jean-Luc Godard’ın yeni filmi İmgeler Ve Sözcükler / Le livre d’image / The Image Book. İmgeler Ve Sözcükler, dünya prömiyerini yaptığı Cannes’da ilk kez verilen Özel Altın Palmiye’yi kazandı. Dünyanın en yaratıcı, hiçbir kalıba sığmayan yenilikçi yönetmenlerinden Godard’ın bu son filmi yine kışkırtıcı, yine zorlayıcı, politik ve zihin açıcı. Farklı formatların, görüntü kaynaklarının, ses parçalarının kolajlandığı İmgeler Ve Sözcükler, Godard’ın sinemada artık hiçbir şeye özgün denilemeyeceğini iddia eden bir zihin egzersizi, görsel bir bombardıman, yine heyecan verici bir başyapıt.
Nadine Labaki’nin Jüri Ödüllü filmi Capharnaüm / Kefernahum
Lübnanlı yönetmen Nadine Labaki’nin son derece dokunaklı son filmi Capharnaüm, 12 yaşındaki Zain’in kısacık hayat hikâyesini anlatıyor. Ailesinden sevgi dışında hiçbir şey alamadığını, ihmal edildiğini söyleyen, nüfusa kayıtlı bile olmayan Zain, Beyrut’un en fakir mahallelerinde bazen tek başına, bazen mülteci bir kadının sıcak kucağında hayat mücadelesi veriyor ve sonunda anne-babasını mahkemeye veriyor. Çocukluk, aile, göçmenlik, sevgi gibi evrensel kavramları işleyen filmde Zain rolünü olağanüstü bir performansla üstlenen küçük Zain Al Rafeea, gerçekte Beyrut’ta Suriyeli mülteci bir ailenin çocuğu olarak tıpkı filmdeki gibi zorluklar yaşamış. Nadine Labaki, 2008’de Karamel adlı filminin gösterildiği İstanbul Film Festivali’ne konuk olmuştu. Kefernahum, Lübnan’ın Oscar adayı oldu.
Pawel Pawlikowski’ye En İyi Yönetmen ödülü kazandıran Soğuk Savaş
Ida ile başta Oscar olmak üzere ödüle doymayan yönetmen Pawel Pawlikowski, yine İkinci Dünya Savaşı’nın küllerine dönüyor. Cannes’da dünya prömiyerini yaparak Pawlikowski’ye En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran Soğuk Savaş / Cold War 1950’lerde, Soğuk Savaş sırasında, Polonya’dan Berlin’e, Yugoslavya’dan bohem Paris’in gece kulüplerine uzanan, iki müzisyen arasındaki tutkulu aşkı anlatıyor. Zamanda sıçrayarak ilerleyen hikâyesi, melankolik havası, sade, siyah-beyaz görüntüleriyle birbirinden vazgeçemeyen iki âşığın tutkusunu perdeye aktaran filmin en güçlü yönlerinden biri de müzikleri. Caz ve şansonların yanı sıra folk ezgilerini de barındıran filmdeki şarkılar ve aranjmanlar Mazowsze ile avangart piyanist ve besteci Marcin Masecki’ye ait. Soğuk Savaş, Polonya’nın Oscar adayı oldu.
Cannes’da En İyi Senaryo Ödülü’nü kazanan Mutlu Lazzaro
The Wonders / Mucizeler ile sevdiğimiz Alice Rohrwacher’in son filmi Mutlu Lazarro / Lazzaro Felice günümüz dünyasını mistik öğelerle ele alan bir dostluk hikâyesi anlatıyor. İtalyan sinemasının yükselen yeteneklerinden Alice Rohrwacher'in insanın ruhuna işleyen filmi, hem tarzı hem konusuyla efsane Pasolini'nin yapıtlarını anımsatıyor. Super16 filmle çekilen Mutlu Lazzaro, özellikle filme adını veren masum Lazzaro rolündeki Adriano Tardiolo’nun performansıyla öne çıkıyor.
Kült yazar Haruki Murakami’nin öyküsünden sinemaya uyarlanan Şüphe
Kült yazar Haruki Murakami’nin öyküsünden sinemaya uyarlanan Şüphe / Burning, dünya prömiyerini yaptığı Cannes’da tüm eleştirmenlerin beğenisini kazandı ve FIPRESCI ödülünü aldı.
Şüphe vasıfsız bir genç, âşık olduğu güzel kız ile zengin ve küstah bir adam arasındaki aşk üçgeni ekseninde bir öfke ve saplantı hikâyesi anlatıyor. Gitgide artan gerilimiyle usta işi bir Murakami uyarlaması olan Şüphe, Vaha, Güneşli Kent ve Şiir filmleriyle tanıdığımız Lee Chang-dong’un sekiz yıl aradan sonra çektiği ilk film. Gizemli öyküsü etrafında şekillenen filmin gücü, izledikten çok sonra bile hafızalarda yerini koruyan, emsalsiz bir özenle kurgulanan sahnelerinden kaynaklanıyor. Filmin başrollerini Koreli oyuncu, moda ikonu, sanat tarihçisi Yoo Ah-in, Walking Dead ve Okja’dan tanıdığımız Steven Yeun ile Jeon Jong-seo paylaşıyor. Şüphe, Güney Kore’nin Oscar adayı oldu.
Cannes’ın En İyi İlk Film’i: Kız
Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde dünya prömiyerini yapan, Lukas Dhont’un yönettiği Kız / Girl, 15 yaşındaki ergen bir trans bireyin balerin olma mücadelesini anlatıyor. Kız, Cannes’da FIPRESCI Ödülü, En İyi İlk Film’e verilen Altın Kamera, Kuir Palmiye ödüllerini kazandı, başroldeki genç oyuncu Victor Polster’e de Belirli Bir Bakış Bölümü–En İyi Erkek Oyuncu ödülünü getirdi.
Filmin çıkış noktası, yönetmen Dhont’un 2009’da Belçika’da bir gazetede okuduğu haber. Dhont, “böyle bir cesaret öyküsü, benim ilk filmimin konusu olmalı” diyerek yola çıkmış. Kız, Oscar and the Wolf’un “Strange Entity” şarkısına çektiği kliple de tanınan Dhont’un yönettiği ilk uzun metrajlı film.
Lars Von Trier’in son filmi: Jack’in Yaptığı Ev
Jack’in Yaptığı Ev / The House That Jack Built, parlak oyuncu kadrosuyla göz kamaştırırken dehşet verici hikâyesi ve görselliğiyle izleyicileri ve eleştirmenleri ikiye böldü. Her filminde izleyiciyi zorlayan Von Trier, Cannes’da dünya prömiyerini yapan son filminde çıtayı iyice yükseltti. Film, 1970’lerde başlayıp, bir seri katilin 12 yıl boyunca işlediği korkunç cinayetleri katilin gözünden takip ediyor.
The House That Jack Built, 2013 tarihli Nymphomaniac’tan bu yana sessiz kalan Lars Von Trier’in ve Matt Dillon’ın muhteşem dönüşlerini haber veriyor. Filmin oyuncu kadrosunda ayrıca Bruno Ganz, Uma Thurman, Riley Keough de yer alıyor.
“I Stand Alone”u beğenmediniz; “Irreversible”den nefret ettiniz; “Enter the Void”dan tiksindiniz; “Love”a küfrettiniz. Bir de “Climax” i deneyin!
İzleyicilerini sonuna kadar zorlayan Gaspar Noé, Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünün en iyi filmi seçilen Climax’te de kuralı bozmuyor. “Rüya ve kâbuslarını” perdeye yansıtan Noé, son filminin merkezine bu kez dansçıları yerleştiriyor. Dansçılar son provalarını yaptıktan sonra beklenmedik bir gelişmeyle Noé tarzı sürpriz, hazmı zor olaylar birbirini kovalıyor. Climax’in dansçılarını dansçı-müzisyen Kiddy Smile Paris’te “dans savaşları”ndan seçti. Filmin koreografileri Diplo, Sia, Björk, Rihanna, 30 Seconds to Mars’la çalışmış Los Angeles’lı Nina McNeely’ye ait. Koreograf rolündeki Sofia Boutella’yı Kingsman filminden tanıyoruz. Filmde waacker, krumper ve electrodancers gibi farklı sokak dans tarzları yer alıyor.
Lanthimos’tan bir dönem filmi: Sarayın Gözdesi
The Lobster, Köpekdişi, Kutsal Geyiğin Ölümü gibi her filmi büyük ses getiren Yorgos Lanthimos’un, prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan son filmi, yönetmenin önceki filmlerine kıyasla çok farklı, çünkü modern bir yaklaşımla çekilmiş, sıra dışı bir dönem filmi. 18. Yüzyılda geçen filmde Fransa ile savaş sürerken iki soylu kuzen, Marlborough Düşesi Sarah ile akrabası genç Abigail, İngiltere Kraliçesi Anne’in gözdesi olmak için birbirleriyle rekabete girer. Kraliçe Anne’in sağlığı bozulurken iktidar, hırs, aşk ve hasetten güç alan saray entrikaları alıp başını gider. Günümüzün en parlak üç kadın oyuncusu, Emma Stone, Olivia Colman ve Rachel Weisz’ı bir araya getiren Sarayın Gözdesi / The Favourite, The Crown, All About Eve ve hatta Jackie Brown ile karşılaştırılan, yeni bir Lanthimos başyapıtı, Variety dergisine göre “kusursuz kesimli bir pırlanta”.
Gangster dünyasında bir aşk trajedisi: Kül En Saf Beyazdır
Kalıpları kırarak her filminde sürprizlerle izleyicinin karşısına çıkan sinemacı Jia Zhang-ke’nin Cannes’da yarışan ve Sinefil Derneği Ödülleri Jüri Özel Ödülü ile En İyi Kadın Oyuncu (başroldeki Tao Zhao) ödüllerini kazanan son filmi Kül En Saf Beyazdır / Ash is Purest White, Çin’in kapitalist dönüşümünü gangster dünyasında geçen bir aşk trajedisi yoluyla anlatıyor. Daha önce Filmekimi’nde Günahın Dokunuşu ve Dağlar Uzaklaştığında filmlerini izlediğimiz yönetmen Zhang-ke, filmini şöyle tarif ediyor: “Toplumun kıyısında yaşayan bir çiftin hikâyesi—kayıp gençliğim ve gelecek hayallerim… Yaşamak, sevmek ve hür olmak…”
Tarihin en büyük müze soygunlarından biri: Müze
Berlin Film Festivali’nden En İyi Senaryo ödülüyle dönen ve Alonso Ruizpalacios’un birçok festivalde ödüllendirilen Güeros’tan sonra çektiği ilk film olan Müze / Museo, Meksika’nın bu en kötü şöhretli soygununu içeriden bir bakış açısıyla anlatıyor. 25 Aralık 1985’te Meksika’nın en saygın, en bilinir, neredeyse kutsal mekânlarından Meksika Antropoloji Müzesi’nin soyulma hikâyesini anlatan Müze’nin senaryosunun yazım sürecinde soyguna bir şekilde bulaşanlarla da görüşmeler gerçekleştirildi. Başrollerden birini üstlenen Gael García Bernal, aynı zamanda filmin yürütücü yapımcılarından. Filmin çekimleri 3 ay boyunca Mexico City, Acapulco ve Palenque’de yapıldı ve Antropoloji Müzesi’nde çekim yapılmasına ilk kez izin verildi.
Vanessa Paradis’den müthiş bir performans: Kalpteki Bıçak
Yann Gonzalez’in yönettiği, Cannes’da Altın Palmiye için yarışan Kalpteki Bıçak / Knife+Heart’ın başrolünde Vanessa Paradis müthiş bir performans gösteriyor. Vanessa Paradis, âşık olduğu kadını yeniden kazanmaya çalışırken bir yandan da oyuncularını teker teker öldüren seri katilin peşine düşen bir film yönetmenini canlandırıyor. Filmde rol alan Félix Maritaud’yu Kalp Atışı Dakikada 120’den hatırlıyoruz. 1970’ler estetiği, tutkulu aşklar, saplantılı katiller, bayağılığa kaçmayan bir erotizmle slasher’a göz kırpan bir cinayetler silsilesi…
Christophe Honoré’nin yeni filmi Beğen, Sev ve Hemen Kaç
Beğen, Sev ve Hemen Kaç / Sorry Angel, 1990’larda Paris’te Jacques ve Arthur’un yakınlaşmasını izliyor: Jacques 40’ına basmak üzere bir yazar, Arthur ise sinemacı olmayı düşleyen bir öğrenci. Cannes’da dünya prömiyerini yapan Beğen, Sev ve Hemen Kaç / Sorry Angel, hüzünlü bir rüya gibi. Filmin başrolünde Göldeki Yabancı’dan tanıdığımız Pierre Deladonchamps var.
Aşk Şarkıları, Banyodaki Adam ve Güzel İnsan ile tanıdığımız Christophe Honoré filmini “bir ilk aşk ve bir son aşk filmi, imkânsız bir aşkın değil imkânsız bir hayatın filmi” sözleriyle tanımlıyor.
Nicolas Cage, Mandy’nin intikamını alıyor!
Amansız bir tarikat, cehennem kaçkını katiller, intikam peşinde kana susamış bir adam… Başrolünde Nicolas Cage’in efsaneleştiği Mandy, eşi cani bir tarikat tarafından katledilen Red’in intikam arayışını anlatıyor.
İlk gösterimini Sundance’te, uluslararası gösterimini Cannes’da yapan Mandy, hayalle gerçek arasında gidip gelirken 1980’ler estetiğini bolca kan, aksiyon ve tuhaf bir fantezi dünyasıyla buluşturuyor. Panos Cosmatos’un yönettiği, müziklerini Jóhan Jóhansson’un bestelediği filmin yapımcılarından biri de Elijah Wood.
Los Angeles’ta komplo peşinde: David Robert Mitchell’den Gölün Altında
It Follows ile hayranlığımızı kazanan David Robert Mitchell’ın Cannes’da dünya prömiyerini yapan son filmi Gölün Altında / Under The Silver Lake, Hitchcock’tan esinlenen, popüler kültüre sonsuz gönderme içeren, yönetmeninin tabiriyle “Los Angeles denen o karanlık ve çarpık fantezi dünyasını” keşfe çıkan bir neo-noir.
Never Let Me Go ile tanıyıp sevdiğimiz, Örümcek Adam’la ününü pekiştiren Andrew Garfield’ın neredeyse tek başına sürüklediği Gölün Altında, cinayetlerden çizgi romanlara, küresel komplolardan şarkılardaki gizli mesajlara geçiveren çok hareketli, eğlenceli ve renkli bir kara film.
Debra Granik’in baba-kız hikâyesi: İz Bırakma
Jennifer Lawrence’ı sinemaya kazandıran Winter’s Bone’dan tam sekiz yıl sonra çektiği ilk filmde yönetmen Debra Granik, yeni gerçekçi yaklaşımından yine ödün vermiyor. Amerikan bağımsız sinemasının bu yaz öne çıkan filmlerinden olan ve ilk gösterimini Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde yapan İz Bırakma / Leave No Trace, Peter Rock’ın gerçek bir olaydan yola çıkan romanı My Abandonment’tan beyazperdeye uyarlandı. Film, Portland şehri dışındaki ormanlık alanda herkesten uzakta yaşamlarını sürdüren bir baba-kızın hikâyesini anlatıyor. İnsanı derinden etkileyen, doğa, şehir, aile ve modern yaşama dair ilginç noktalara değinen İz Bırakma’nın senaryosu travma geçirmiş asker emeklileriyle yapılan görüşmeler ve doğacı-filozof Henry David Thoreau’nun yazılarıyla Shakespeare’in Fırtına’sından da esinleniyor.
Ethan Hawke’tan bir Blaze Foley hikayesi: Blaze
Oyunculuğuna hayran olduğumuz Ethan Hawke’un yönettiği ve ilk gösterimini Sundance’te yapan Blaze Foley, Merle Haggard ve Willie Nelson gibi yıldızlar çıkaran Teksas Kanunsuz Müzik hareketinin perde arkasındaki kahramanlarından, “If I Could Only Fly” ve “Election Day” gibi şarkıların yaratıcısı Blaze Foley’nin hayatını anlatıyor. Amerikan taşrasından gelmiş iri yarı, aksak, neredeyse ayyaş, konuştuğunda söylediklerinin çoğu anlaşılmayan bir country-blues şarkıcısı Blaze Foley. Gitarı eline aldığında yazdığı yalnızlık ve özlem şarkılarıyla herkesin hayranlığını kazanıyor. Ne var ki şöhreti yükselirken, özellikle öfkesine hakim olamadığı için Blaze’in yıldızı git gide daha az parlıyor.
Duygu dolu bir büyüme hikâyesi: Biz Hayvanlar
Hem sert, hem sıcak, bir yandan da dağınık ve neşe dolu bir aile… İlk gösterimini Sundance Film Festivali’nde yapan ve festivalde Yenilikçilik Ödülü’nü kazanan, belgeseli In A Dream ile Oscar adayı olan yönetmen Jeremiah Zagar’ın ilk kurmaca filmi Biz Hayvanlar / We The Animals anne-babalarının aşk-nefret ilişkisinde arada kalan üç küçük erkek kardeşi merkezine alan, duygu dolu bir büyüme hikâyesi anlatıyor. Bir işçi ailesinin iç dinamiklerini kardeşlik ve aile içi şiddet yoluyla ve belgeselci gözüyle aktaran Biz Hayvanlar, kardeşleri canlandıran amatör çocuk oyuncuları, duygusal atmosferi ve animasyon sekanslarıyla dikkat çekiyor.
Asghar Farhadi’nin ustalık eseri: Herkes Biliyor
Bir Ayrılık ve Satıcı’yla iki kez Oscar kazanan İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin en yeni filmi Everybody Knows / Herkes Biliyor Cannes Film Festivali’nin açılışında gösterildi. Ustalığını konuşturduğu ahlaki seçimler ve aile dramı alanına bu kez psikolojik gerilim ve gizemi de katan Farhadi’nin bu sekizinci uzun metrajlı filminde, Buenos Aires’te yaşayan bir kadının çocuklarıyla birlikte İspanya’ya gidişi ve eski tanıdıklarının da karıştığı olayların ortasında kalışı anlatılıyor. Görüntü yönetimiyle dikkat çeken filmin müziklerini Mujeres de Agua projesiyle İstanbul Caz Festivali’ne konuk olan Javier Limón besteledi.
Hareketli bir gangster komedisi: Dünya Senin
Romain Gavras’ın ilk gösterimini Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde yapan hareketli gangster komedisi Dünya Senin / The World Is Yours sakin bir hayata geçmeye çalışan, filmin bahtsız başkahramanı Farés’in İskoç gangsterler, komplocu tetikçiler hatta deniz korsanlarıyla başını derde sokmasını konu ediniyor. Başta geri dönüşü muhteşem olan Isabelle Adjani, göz kamaştırıcı oyuncu kadrosu, hiç dinmeyen enerjisi ve aksiyon sahneleriyle öne çıkan Dünya Senin’in müziklerini de Jamie xx ile SebastiAn üstleniyor. Yönetmen Romain Gavras, aslında uzun zamandır ekranlarımıza konuk oluyor. Kanye West & Jay-Z, DJ Mehdi, Justice, Last Shadow Puppets, M.I.A, Simian Mobile Disco için çektiği video klipleriyle tanınan Romain Gavras, usta yönetmen Costa-Gavras’ın oğlu, Julie Gavras’ın kardeşi.
Gus Van Sant’tan sıradışı bir başarı öyküsü: Merak Etme, Fazla Uzaklaşamaz
Amerikan bağımsız sinemasının en önemli isimlerinden Gus Van Sant’ın son filmi Merak Etme, Fazla Uzaklaşamaz / Don’t Worry, He Won’t Get Far On Foot, bir azim, yaşam sevinci ve sıra dışı başarı öyküsü anlatıyor. Başrolündeki Joaquin Phoenix’in benzersiz performansıyla bolca övülen ve şimdiden 2019 Oscar’ları için adı anılan film, yönetmen Van Sant’ın dostu da olan karikatürist John Callahan’ın gerçek hayat hikâyesinden esinleniyor. Trafik kazası sonucu belden aşağısı felçli kalan 21 yaşındaki Callahan, gönülsüzce razı olduğu zorlu rehabilitasyon sürecinde çizim yeteneğini keşfediyor; dünyaca ünlü bir karikatürist olma yolunda bir yandan da alkol bağımlılığını yenmeye çalışıyor. Dünya prömiyerini Sundance’te yapan filmin oyuncu kadrosunda müzik dünyasından Carrie Brownstein, Beth Ditto ve Kim Gordon da yer alıyor. Gus Van Sant 2007 yılında İstanbul Film Festivali’nin Sinema Onur Ödülü’nü almıştı.
Yılın en çok konuşulan filmlerinden: Dogman
Gomorrah ile mafya ve şiddet sarmalını ele alan Matteo Garrone’nin Cannes’da Altın Palmiye için yarışan son filmi, bu kez küçük bir kıyı kasabasında kötülüğün ve şiddetin toplumdaki izlerini arıyor. Git gide sertleşen atmosferi ve gerçekçi yaklaşımıyla Dogman, İtalya’nın en prestijli ödüllerinden Gümüş Kurdele’lerde sekiz dalda ödül kazanarak yılın en çok konuşulan filmlerinden biri oldu. Başroldeki, oyunculuk eğitimi almamış Marcello Fonte’nin etkisiyle sessiz sinema döneminin efsaneleri Buster Keaton ve Charlie Chaplin’e de gönderme yapan film, Cannes’da Palm Dog ödülünü de kazanırken, Fonte de En İyi Erkek Oyuncu ödülünün sahibi oldu. Dogman, İtalya’nın Oscar adayı oldu.
İçinde bulunduğu kültürün çıldırttığı bir kadın sanatçı: Anaokulu Öğretmeni
Hem başrolü hem yapımcılığı üstlenen Maggie Gyllenhaal’ın canlandırdığı Lisa, 20 yılını öğretmenliğe adamış, bezgin ve mutsuz bir kadındır. Yuva sınıfında, dahi bir şair olarak gördüğü 5 yaşındaki bir çocuğun konuşmalarına hayranlık duyan Lisa, bir süre sonra çocuğa saplantılı bir ilgi geliştirir. Nadiv Lapid’in aynı adlı 2015 tarihli filminin ABD uyarlamasında Gyllenhaal, karakterinin psikolojik ve duygusal çıkmazlarını muhteşem bir performans ve çarpıcı bir derinlikle perdeye taşıyor. Şiir ve çocukları konu edinirken psikolojik gerilimi sürekli artan Anaokulu Öğretmeni, Gyllenhaal’ın sözleriyle “içinde bulunduğu kültürün sonunda çıldırttığı bir kadın sanatçıyı anlatıyor”.
Terry Gilliam’ın kendisi efsaneye dönüşen son filmi: Don Kişot’u Öldüren Adam
Efsane yönetmen Terry Gilliam’ın kendisi de efsaneye dönüşen son filmi, bir tutku projesi; hiç dinmeyen temposu, yaratıcı olay örgüsü, dev oyuncu kadrosu, gözalıcı mekânları ve sıradışı mizah anlayışıyla tam bir Terry Gilliam başyapıtı. Cervantes’in başyapıtından esinlenen filmde Adam Driver kendini beğenmiş bir reklam yönetmenini, Jonathan Pryce ise kendini Don Quixote sanan bir adamı canlandırıyor. İkili, yıllar sonra yeniden karşılaşınca acımasız bir Rus oligark, ırkçı bir yapımcı ve eski aşkların da karıştığı, gerçekle hayalin, geçmişle günümüzün buluştuğu çağdaş bir Don Quixote hikâyesinin ortasına düşüyorlar. Filmin 1990’larda başlayan yapım süreci hastalıklar, davalar, finansman sıkıntıları, hatta sel baskını gibi çeşitli talihsizlikler yüzünden 2018’e kadar aksadı. “Yapılamama” hikâyesi 2002’de Lost in La Mancha adlı belgesele konu olan Don Kişot’u Öldüren Adam / The Man Who Killed Don Quixote, dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nin kapanışında yaptı.
İran’da sosyal medya ve Jafar Panahi: Üç Hayat
İran sinemasının en yetkin isimlerinden Jafar Panahi’nin Cannes’da dünya prömiyerini yapan son filmi sosyal medyanın İran’daki popülerliğinden yola çıkıyor. Sanatçı, kendini ve ailesini bir sosyal medya olayının tam merkezine yerleştiriyor ve hem sanat dünyasını hem İran toplumunun huzursuzluğunu keskin gözlemciliğiyle mercek altına yatırıyor. Panahi, İran-Türkiye sınırında, ailesinin memleketi olan Azerice konuşulan köylerde çektiği Üç Hayat / 3 Faces’ta film çekmesi yasaklandığı için intihar eden bir kızın mesajını Instagram üzerinden alan ünlü yönetmen olarak kendini oynuyor. Filmde yer alan şiirler, devrim öncesinin en büyük sinema yıldızlarından, günümüzde film çekmesi yasak olan Shahrzad’a ait.
Yalnızca mutsuz olduğunda mutlu olabilen bir adamın hikâyesi: Zavallı
Dünya prömiyerini Sundance’te yapan Zavallı, yalnızca mutsuz olduğunda mutlu olabilen, üzüntü bağımlısı, kendine acısınlar diye her şeyi yapmaya hazır bir adamı izliyor. Zavallı, yeterince zalim olmayan bir dünyada yaşadığını düşünen bir adamın hikâyesini anlatıyor. Köpekdişi, The Lobster, Şövalye ve Kutsal Geyiğin Ölümü filmlerinin ortak senaryo yazarı Efthimis Filippou’nun senaryosuna katkıda bulunduğu filmin yönetmeni Babis Makridis’in ilk filmi L İstanbul Film Festivali’nde gösterilmişti. Esinlendiği Jacques Tati ve Buster Keaton’ı anımsatan Yannis Drakopoulos’un olağanüstü performansıyla öne çıkan Zavallı, rahatsız ettiği kadar güldüren bir dram. Filmin paralel evreni, gerçek dünyaya yakın olsa da daha karanlık, daha tuhaf ve daha eğlenceli.
Aksiyonu, kahkahası bol bir romantik komedi: Seninle Başım Dertte
Yönetmeni Pierre Salvadori’nin 1980’lerin Something Wild ve Married to the Mob / Babanın Metresi gibi renkli ve hareketli komedilerinden esinlendiği Seninle Başım Dertte, aksiyonu, kahkahası bol bir romantik komedi. Fransa’nın güneyinde bir sahil kasabasında geçen filmin başrolünde İlk Dövüşte Aşk ve Meçhul Kız’dan tanıdığımız Adèle Haenel yer alıyor.
İşini kaybetmemek için verilen mücadelenin hikayesi: Savaşta
Matmazel Chambon, Bir Yaşam, İnsanın Değeri filmleriyle tanıdığımız Stéphane Brizé yine politik bir filmle karşımızda. Ünlü oyuncu Vincent Lindon’un sözünü sakınmayan, direnen ve sesini yükseltmekten çekinmeyen işçi sözcüsünü olağanüstü bir yetkinlikle canlandırdığı film, kapatma kararı alınan bir fabrikanın 1.100 işçisinin işlerini koruma uğruna girdikleri mücadele sürecini gözlemliyor. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan Savaşta / At War, Brizé’nin sözleriyle “insani boyutu ekonomik boyutla karşılaştırarak inceliyor: Bu iki dünya bir ihtimal çakışabilir mi? Bugünlerde ikisi yan yana var olabilir mi?”
Sovyetler Birliği’nde rock kültürünün doğuşu: Yaz
Filmekimi’nde Öğrenci filmini izlediğimiz Kiril Serebrennikov’un Cannes’da ana yarışmada yer alan son filmi Yaz / The Summer, içten bir aşk üçgeni anlatırken 1980’lerde Sovyetler Birliği’nde rock kültürünün doğuşunu da gözlemliyor. Filmin kahramanlarından Mike Naumenko, Rus rock dünyasının en iyi şarkı sözü yazarlarından biri olarak tanınıyor. Meşhur Kino grubunun kurucusu Viktor Tsoi ise devrimci şarkılarıyla Rus rock’ının öncülerinden sayılıyor. Yaz, bu müzisyenleri daha yolun başındayken mercek altına alıyor. Oyuncular filmde şarkıları kendileri seslendiriyor.
Kayıp bir aşkın izinde: Uzun Bir Günden Geceye Yolculuk
Chagall’in tabloları ve Modiano’nun romanlarındaki duygu akışından esinlenen yönetmen Bi Gan, Cannes’da ilk gösterimini yapan filminde kayıp bir aşkın izini sürüyor. Filmin kahramanı Luo, yıllar önce terk ettiği kasabası Kaili’ye dönüyor ve hiç aklından çıkartamadığı eski sevgilisi Wan’ı aramaya başlıyor. Uyandırdığı hisler ve yarattığı atmosferle aşk filmi, kara film ve bilimkurgu arasında bir yerde duran Uzun Bir Günden Geceye Yolculuk / Long Day’s Journey Into Night, 3 boyutlu ve tek plan çekilen son bölümüyle de geçmişin, aslında anılardan kaynaklanan bir his olduğunu vurguluyor sanki. Hafıza, geçmiş ve anılar üzerine zarif bir zihin alıştırması olan film, olay örgüsünden ziyade olağanüstü görüntüleriyle aklınıza kazınacak.
Doğaya rağmen hayatta kalma hikâyesi: Arctic
Brezilya asıllı Youtube yıldızı, video klip ve reklam yönetmeni Joe Penna’nın ilk uzun metrajlı filmi Arctic, dünya prömiyerini Cannes’da Geceyarısı Özel gösteriminde yaptı. Yıldız oyuncu Mads Mikkelsen’in “hayatımın en zor çekimiydi” dediği Arctic, bir “doğaya rağmen hayatta kalma hikâyesi” anlatıyor. Neredeyse hiç diyalog kullanılmayan filmde, uçağı kutup bölgesinde düşen bir kazazedeyi çoğu sahnede dublör kullanmadan canlandıran Mikkelsen, filmi tek başına sürüklüyor. Kahramanının amansız doğa felaketlerinden kurtulmak için insanüstü çaba gösterdiği, minimal yapısı, olağanüstü görüntüleri ve kontrollü yönetim tarzıyla övgü toplayan
Arctic, proje aşamasındayken Mars’ta geçiyordu, sonradan hikâye kutuplarda geçecek şekilde değiştirildi ve filmin çekimleri İzlanda’da yapıldı.
Deniz Gamze Ergüven’in yeni filmi Kings
Türkiye prömiyerini Filmekimi’nde yapan ve 2016’da Oscar’a aday olan Mustang ile tüm dünyada dikkatleri üzerine çeken Deniz Gamze Ergüven, Hollywood’da Halle Berry ve Daniel Craig’le çektiği yeni filmi Kings’de kamerasını 1992’deki Los Angeles eylemlerine çevirirken toplumsal sınıfları birbirinden çok farklı olan iki karakteri odağına alıyor. İsmiyle Martin Luther King’e ve eylemlerin çıkış noktasındaki Rodney King’e gönderme yapan film, ABD toplumunun kalbinde açılmış bir yaraya umutla, iyimser bir yerden bakıyor. Warren Ellis ve Nick Cave’in filmin atmosferinde büyük bir katkısı olan müzikleri ve Mustang’daki çalışmasıyla da övgü toplayan David Chizallet’nin görüntüleri oldukça dikkat çekici.
Ünlü fotoğraf sanatçısı Richard Billingham kendi hayatını anlatıyor: Ray & Liz
Locarno Film Festivali’nden Mansiyon ile dönen ilk filminde ünlü fotoğraf sanatçısı Richard Billingham, daha önce fotoğrafladığı kendi ailesini ve çocukluk günlerini bu kez sinema için mercek altına alıyor. Ray & Liz, Billingham’ın filme adını veren anne ve babasının Birmingham’da bir toplu konutta geçen takıntı dolu, tuhaf, sefalet içindeki son derece sağlıksız ve bir o kadar da şok edici aile hayatını gözler önüne seriyor. Thatcher döneminin en gri zamanlarından günlük hayat manzaraları sunan film, yönetmenin kendi çocukluk ve gençliğinden anılarını da içeriyor.
Hareketli ve absürd bir macera: Diamantino
Şöhret kültü denince akla sahnelerden sonra futbol sahaları geliyor. Diamantino, tam da bu noktaya parmak basıyor, üstelik akla gelmeyecek kadar şatafatlı, renkli, sınırsızca eğlenceli bir şekilde. Filme adını veren Diamantino, Portekiz’in gururu, dünyanın en ünlü futbol yıldızıdır. Ama bir gün yeteneğini kaybeder ve parlak spor kariyeri rezilce sona erer. Böylece, Diamantino uluslararası komplolar, mülteciler, insan klonlama, neo-faşistler, Brexit göndermeleri ve “Diamantino” marka nevresim takımlarıyla dolu, hareketli ve absürd bir maceraya atılır. Gözalıcı sanat yönetimi, sınırsız hayal gücü, çılgın olay örgüsü, Tabu’dan tanıdığımız Carloto Cotta’nın müthiş performansıyla Diamantino, dünyanın dertlerine sevgiyle yaklaşan, hem çok tuhaf hem çok eğlenceli bir film.
Romantik bir büyüme hikâyesi: Asako 1&2
Çok beğenilen Happy Hour’dan beş yıl sonra sinemaya dönen yönetmen Ryusuke Hamaguchi, Cannes’da prömiyerini yapan Asako 1&2’de birbirine son derece benzeyen iki adama âşık olan bir kadının hikâyesini anlatıyor. Tomoka Shibasaki’nin romanından uyarlanan filme adını veren Asako, önce genç ve karizmatik Baku’yla, ondan ayrıldıktan yıllar sonra da onun çok benzeri başka bir adamla birlikte oluyor. Baku yeniden hayatına girmeye çalışınca Asako, hem duygusal hem de zihinsel çelişkilerin ortasında kalıyor. Kalbin ve aklın gizemlerine odaklanırken romantik bir büyüme hikâyesini merkezine alan Asako 1&2, Kiyoshi Kurosawa’nın öğrencisi Hamaguchi’nin çağdaş Asya sinemasının en yenilikçi yönetmenlerinden biri olarak yerini perçinliyor. Asako 1&2, Fransız Yeni Dalga akımının filmlerinden esin buluyor.
Çok yönlü bir müzik belgeseli: Whitney
Pop müziğin en sevilen ve tartışılan isimlerinden; 200 milyon albümle müzik tarihinin en çok satan kadın şarkıcısı, parlak kariyerine sinemayı da ekleyen skandalların kadını, henüz 48 yaşında ölen Whitney Houston… Oscar’lı yönetmen Kevin Macdonald’ın dünya prömiyerini Cannes’da yapan bu çok yönlü müzik belgeseli, yalnız yıldızın ölümünden kariyerinin neden yalpaladığına, geçmişinden yıldız oluşuna merak edilen birçok noktayı ele alıyor. Hiç gün yüzüne çıkmamış özel filmleri, ailesi ve en yakınlarıyla yapılan röportajlar, demo kayıtlar ve pek bilinmeyen sahne performanslarını bir araya getiren Whitney, sadece bu benzersiz sanatçının hayatına değil ABD müzik endüstrisine ve toplumuna de göz atıyor. Yönetmen Kevin Macdonald’ı Bob Marley’i konu alan 2012 tarihli filmi Marley, kurmaca filmi İskoçya’nın Son Kralı ve Youtube projesi Life In A Day / Dünyanın Bir Günü ile tanıyoruz.
Quinquin’in garip maceraları: Küçük Serseri Uzaylılara Karşı
İlk gösterimini Locarno Film Festivali’nde yapan Küçük Serseri Uzaylılara Karşı / Coincoin and the Extra Humans Bruno Dumont’un absürt mizah anlayışını sürdürüyor ve yine mahallenin haylazı Quinquin ile diğer tipleri izliyor. Geçen üç yılın ardından Quinquin artık kendine CoinCoin diyor ama tuhaf maceralar devam ediyor. Bu defa Fransa’nın rüzgârlı kuzey sahillerinde inekler ve cesetler yok, zift birikintilerine benzeyen uzaylıların istilası söz konusu. Dumont’un müzikal Jean d’Arc’ı Jeannette’i geçen yıl Filmekimi’nde izlemiş, Quinquin’i de 2015’te P'tit Quinquin / Küçük Serseri ile tanımıştık.
Kız kardeşlik ve aile sırları: Sükunet
Arjantin tarihinin karanlık noktalarını ele almaya devam eden yönetmen Pablo Trapero, bol ödüllü El Clan’ı takip eden Sükunet / La Quietud’da bu kez bir ailenin üç kadın ferdini konu alıyor. İlk gösterimini Venedik Film
Festivali’nde yapan film, aile fertlerinin yıllar sonra yeniden bir araya gelmesiyle başlıyor. Kırgınlıklar ve kıskançlıklar zamanla ortaya çıkıyor; aile fertleri askeri cunta dönemiyle de lekelenen geçmişleriyle yüzleşmek zorunda kalıyor. Bérénice Béjo ile yönetmen Pablo Trapero’nun eşi Martina Gusman’ın iki kız kardeşi canlandırdıkları Sükunet, izleyiciyi çaresiz ve güzel karakterlerimizin duygusal girdaplarına davet ediyor.
Neredeyse mitolojik bir deneyim: Vision
Doğa, gelenekler, efsaneler ve varoluşun ve belki de yaşamın gizemi, Naomi Kawase’nin San Sebastian’da ilk gösterimini yapan yeni filminin zarif özünü oluşturuyor. Aynı zamanda Filmekimi programında yer alan Non-fiction / Çifte Hayatlar filminde de rol alan Juliette Binoche, filmde Fransız köşe yazarı Jeanne’ı canlandırıyor. Jeanne, 997 yılda bir görülen, keder ve zaafları yok ettiğine inanılan “Vision” adlı bir bitkinin peşinde Japonya’nın Nara bölgesindeki Yoşino dağlarına geliyor. Dingin Sular, Umudun Tarifi ve Aşkın Gözü filmlerini izlediğimiz yönetmen Naomi Kawase’nin doğup büyüdüğü Nara bölgesinde çektiği Vision, doğa ile aramızdaki kırılgan bağları yücelten, dil ve kültür farklılığının insanlar arasında bağlar kurmaya engel olmadığını vurgulayan, özellikle ses tasarımı ve görüntüleriyle akıllara kazanacak, neredeyse mitolojik bir deneyim.
Olağanüstü manzaralar, macera gibi bir kahramanlık hikayesi: Woman At War
Cannes’da Eleştirmenler Haftası bölümünde dünya prömiyerini yapan Woman At War, Atlar ve İnsanlar’la tanınan Benedikt Erlingsson’un ikinci uzun metrajlı filmi. Variety dergisi tarafından “küresel meseleleri hem mizah hem de tatminkar bir adalet hissiyle ele alan, zekice yapılmış, insanı iyi hissettiren ender filmlerden” sözleriyle övülen Woman At War, İzlanda’nın el değmemiş dağlık bölgelerinde geçiyor. Filmin kahramanı, yöresindeki alüminyum tesislerine tek başına savaş açan, ancak evlat edinme başvurusu kabul edilince dünyası sarsılan, “Dağların Kadını”, çevreci aktivist Halla. Kuzeyli mizahı küresel dertler ve adalet duygusuyla birleştirirken olağanüstü manzaralar eşliğinde sunan film, yönetmeni Erlingsson’un tarifiyle “macera gibi anlatılan bir kahramanlık hikâyesi; gülümseyerek anlatılan ciddi bir masal.” Woman At War, İzlanda’nın Oscar adayı oldu.
Luca Guadagnino’dan giallo klasiğinin yeni yorumu Suspiria
Geçen yıl Filmekimi’nde izlediğimiz çok ses getiren Call Me By Your Name / Beni Adınla Çağır ile izlediğimiz Luca Guadagnino bu kez korku sinemasına el attı ve giallo türünün en bilindik filmlerinden, Dario Argento’nun 1976 başyapıtı Suspiria’yı yeniden çekti. Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan filmin konusu, orijinaliyle neredeyse aynı: 1977 yılında, Berlin’de, dünyaca ünlü bir dans trupuna karanlık güçler musallat olmuştur; dansçılardan bazıları bu güce yenilir, bazılarıysa mücadeleyi seçer. Duyurulduğu ilk andan beri merakla beklenen Suspiria, Tilda Swinton ve Dakota Johnson’lı parlak oyuncu kadrosu, özünü aldığı kült film, sürekli artan huzursuzluk hissi ve benzersiz görselliğiyle uzun süre zihninizi kurcalayacak. Suspiria’nın müzikleri Radiohead’den Thom Yorke tarafından bestelendi, koreografiler ise sinema, tiyatro, moda ve dans alanlarında tanınmış sanatçı Damien Jalet’ye ait.
Juliette Binoche ile Guillaume Canet başrolde: Çifte Hayatlar
Henüz sona eren Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için yarışan Çifte Hayatlar / Non Fiction, dijital ekonomiyle dünyanın hızla değişiminin hayatlarımız üzerindeki etkisini edebiyat üzerinden mizahi ve ironik bir bakışla ele alıyor. Fransa’nın en parlak yıldızları Juliette Binoche ile Guillaume Canet’yi oyuncu kadrosunda barındıran Çifte Hayatlar’ın kahramanları, yayımevi yöneticisi Alain ile ünlü yazar Léonard. Hem yayımcı hem yazar bir yandan dijital dönüşüme bir yandan da orta yaşın getirdiklerine olmaya ayak uydurmaya çalışırken eşleri de denkleme dahil oluyor. Personal Shopper / Hayalet Hikâyesi ile cep telefonları ve sürekli bağlantı halinde olma durumunu gözlemleyen auteur yönetmen Olivier Assayas teknolojinin hayatımızdaki yerini bu kez komediyle sorguluyor.
Hareketli bir polisiye: Düşman Kardeşler
İnsanlıktan Uzakta, Duvar filmleriyle tanınan David Oelhoffen’in yönettiği yeni filmi, Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için yarıştı. Paris’te geçen bu hareketli polisiye filmin kahramanları, şehrin uyuşturucu ticaretiyle bilinen kenar mahallelerinde doğup büyüyen iki yakın arkadaş. Birbirlerini kardeş sayan Manuel ve Driss, büyüyünce hayatta tam ters tercihler yapıyor: Manuel çetelere katılırken Driss ise polis olmaya karar veriyor. Düşman Kardeşler / Close Enemies, Matthias Schoenaerts ile Reda Kateb‘i bir araya getiren, sadakat, ihanet, intikam dolu, hareketli bir kardeşlik hikâyesi anlatıyor.
Dünyanın dört bir yanından sekiz tüyler ürpertici hikaye: Kötülük Kılavuzu
Dünyanın dört bir yanından halk öyküleri ve söylenceler, sekiz tüyler ürpertici kısa filmden oluşan Kötülük Kılavuzu / The Field Guide To Evil’ın esin kaynaklarını oluşturuyor. Aralarında Filmekimi’nde Baskın’ın ve Housewife’ın Türkiye prömiyerlerini yapan Can Evrenol’un yönettiği Al Karısı, Berberian Sound Studio’nun yönetmeni Peter Strickland ile Goodnight, Mommy’nin yönetmenleri Veronika Franz ile Severian Fiala’nın filmlerinin de bulunduğu bu filmler takıntı, lanet, kara sevda, şehvet, gulyabani ve haset öyküleri anlatıyor. Kültleşen ABCs of Death / Ölümün Alfabesi yapımcılarının bu son projesi, SXSW, Neuchatel, Seattle, Yeni Zelanda, Sydney, Kanada Fantasia festivallerinden sonra Filmekimi izleyicilerinin korkularını ekrana yansıtıp tüylerini diken diken edecek.
Her filmiyle olay yaratan Sorrentino’nun son filmi Loro
Her filmiyle olay yaratan, Muhteşem Güzellik’le Oscar’a, The Young Pope ile TV ekranlarına uzanan Paolo Sorrentino, yine ülkesinin entrika dolu dünyasına dönüyor ve kamerasını bu kez eski başbakan Silvio Berlusconi’ye çeviriyor. Sorrentino bir yandan skandalların adamı Berlusconi’yle sınır tanımadan dalga geçiyor, bir yandan da İtalyan siyasetine ilginç bir açıdan göz atıyor. Kurt siyasetçiyi, Sorrentino’nun birçok filminde birlikte çalıştığı Toni Servillo canlandırıyor. Toronto Film Festivali’nde uluslararası prömiyerini yapan Loro, siyasi hicvin en çağdaş ve en usta örneklerinden birini beyazperdeye getiriyor.